13 Aralık 2012 Perşembe

Paris'te Üç Gün


Kimilerine göre Paris “Aşk Şehri”, kimileri göre ise “ Sanat Şehri”... Eğer seyahat tecrübesi olarak GEZ 101 seviyesindeyseniz, Avrupa gibisi yok. Başta Paris olmak üzere Roma, Prag ve Londra tarihi, güvenli, medeni ve düzenli şehirler. Kaybolmak neredeyse imkânsız. Hele çocukla gitmek için biçilmiş kaftanlar. Paris’te ailecek geçirdiğimiz üç harika günün ardından, eşimle “Buraya üniversitedeyken gelecektik, neler yapardık neler!” diye düşünmekten kendimizi alamadık. Neler yapardık neler…

Perşembe gecesi uçaktan inip doğruca otele gidip kızımız uykusunu alsın da yarın rahat gezsin diye düşünmek yerine valizleri otele attığımız gibi Champs Elysées caddesine yakın seçtiğimiz otelimizden kendimizi ufacık, daracık Fransız kafelerinden birine atardık. Fransızlar küçük yerleri çok seviyorlar. Fransa’da her yer çok dar ve küçük. Kafeler, caddeler, masalar, evler… Biz de hemen ortama ayak uydurup romantik bir Paris gecesinde küçücük masamıza, salyangoz şeklindeki bu şehrin haritasını yayıp tatlı tatlı sohbet ederdik.

 
Cuma sabahı kızımız kruvasan sevmediği için otelin en alt katındaki mutfakta kahvaltı edeceğimize Seine Nehri kenarında bir kafeye gider veya St. Germain Kilisesi’nin yakınındaki meşhur “Cafe de Fleur”de croissante yiyip, kahve içerdik. Üstelik oldukça da hesaplı olurdu. Ardından “Lüksemburg Bahçeleri”nde çocuğun üşümesini dert etmeden uzun bir yürüyüş yapardık. Bahçelerin içindeki müzeye girer, oradan Victor Hugo, Alexandre Dumas ve Jean-Jacques Rousseau gibi birçok ünlünün gömüldüğü Anıt Mezar Pantheon’a giderdik. Acıktığımız halde Pantheon Müzesi’ne girip uzun uzun gezerdik.

Müze çıkışı Eyfel Kulesi’ne doğru yürürdük. Paris’te eski şehir kısmındaki önemli eserlerin hepsi birbirine yakın mesafede bulunuyor. Şehir de dümdüz olduğu için yürümek oldukça kolay. Üstelik İstanbul’daki zevksiz Fransız balkonlarının aksine Paris’te Fransız balkonlu apartmanların arasında yürümek de büyük bir zevk…Eyfel Kulesi’ne geldiğimizde, şehrin muhtelif yerlerinde görebileceğiniz, Seine Nehri’nin iki yakasına da karşılıklı olarak kurulmuş “carousel”de vakit geçirmektense önce kulenin çevresini keşfedip sonra tepesine çıkardık. Ardından Seine Nehri’ndeki tekne turuna katılıp arkamızda oturan genç çift gibi bir yandan şehrin ışıklarına bir yandan nehir üzerindeki birbirinden farklı köprülere hayran hayran bakardık.
 
 
 
Dönüşte Champs Elysées’nin sonundaki “Arc de Triomphe” anıtına çıkan caddelerden birindeki Fransız restoranlarında akşam yemeği olarak soğan çorbasını, Fransız salyangoz yemeğini deneyelim deyip masaya gelince de kahkaha içinde yemeye çalışırdık. Sonra bildik bir tatlının, Cremé Bruleé’nin tadına bakardık. Sonra ZAZ’ın “Je veux” şarkısını söylemeye çalışarak Champs Elysées’deki Moulin Rouge tarzı gösterilerden birine bilet bulmaya çalışırdık.



Cumartesi sabahı kahvaltıda Champs Elysées’deki Disney Shop’ta iki saat gezip Rapunzel elbisesi ve saçı almak yerine hızlıca cadde üstünde herhangi bir kafede tatlı “crepe”lerden yiyip Louvre Müzesi’ne doğru yürürdük. Louvre Müzesi’nde de çok yürüyeceğiz çocuğu yormayalım diye düşünmeyip yolumuzun üstündeki Grand Palais’te bulunan “Bohemes” adlı sergiye, Sultanahmet’teki Dikilitaş’ın bir benzeri olan Concorde adlı taşın önünde ve arkasında bulunan “Place de Madeleine” ve Bakanlık binalarına uzaktan bakmaz, onları yakından incelerdik. Louvre Müzesi’nin önündeki Londra’daki “London Eye” olarak bilinen dönme dolaba da iki kez binmezdik.  


 
Louvre Müzesi, Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosu ile özdeşleşmiş olsa da İtalyan Rönesansı ve Fransız tarihini yansıtan bölümlerin dışında Mısır, İslam medeniyetleri gibi birçok tarihi eseri de bünyesinde bulunduruyor. Böyle muhteşem bir müzeye gelmişken, müzenin lezzetli yiyecekleri olmayan kafesine gitmez, müzenin diğer bölümlerinden gezebildiğimiz kadar gezerdik. Duyduğumuz kadarıyla bu müzede her bir eserin önünde bir dakika geçirirsen müzeyi gezmek tam bir ay sürüyormuş. Zamanımız olsa biz, elektronik cihazlarla ve rehberlerle müzede bir ay gezerdik.


 
Öğleden sonra ise çok karmaşık gözükse de kaybolursak macera olur deyip Fransız metrosunu denemeye karar verirdik. Bir önceki akşamın etkisiyle Sacré-Coeur Kilisesi’nin bulunduğu bölgeye, “Ressamlar Tepesi” olarak bilinen Montmarte’a giderdik. Orada şehre tepeden bakardık. Sacré-Coeur Kilisesi’ni gezdikten sonra 1870-1900 yılları arasında tüm sanat akımlarının ortaya çıktığı mekânı doyasıya solurduk. Montmarte Müzesi’ni, Picasso Müzesi’ni ve Jim Morrison, Ahmet Kaya gibi birçok ünlünün mezarının bulunduğu Pere Lachaise Mezarlığı’nı gezerdik. Oradaki sokak ressamlarına kızımızın değil ikimizin bir resmini çizdirir ve Montmarte’daki kafelerde hamburger ve patates yerine peynirli, mantarlı “crepe”lerden yerdik. Üstelik oradaki hediyelik eşya dükkânlarından kızımıza eldiven, ressam şapkası, Eyfel anahtarlığı ve Paris boyama kitabı yerine güzel bir tablo alabilirdik.    


Pazar sabahı ise Notre Dame de Paris müziği eşliğinde Victor Hugo’nun ünlü “Notre Dame’nin Kamburu” romanındaki Esmeralda ile kamburun hikâyesini dilimizde tüy bitene kadar kızımıza anlatmak yerine Esmeralda ve sevgilisi gibi Notre Dame Kilisesi’nin etrafında gezerdik. Bu sırada çevredeki genç nüfusu fark edip Sorbonne Üniversitesi’ne yakın olduğumuzu fark ederdik. Erasmus’la Paris’e gelme veya bu şehirde yüksek lisans yapma hayâlleri kurup nehrin diğer yakasındaki Sorbonne Üniversitesi’ne doğru yol alırdık. Yanımızdan geçen gençlere bakar, kendimizle karşılaştırırdık. Sonra otele gidip valizimizi almadan son bir kez daha bir Fransız kafesine oturup o güzel peynirlerden yer, kahvelerinden içerdik. Nedense İstanbul’u ve çayı hiç özlemez, bu şehirden ayrılmayı hiç istemezdik.
 
 

Metroyla Charles de Gaulle Havalimanı’na giderken haritada gidemediğimiz yerleri işaretler, Musee D’orsay’ı ve Opera Binası’nı gelecek sefere ilk gidilecek yerler olarak belirlerdik. İstanbul’a döner dönmez ise “Midnight in Paris” başta olmak üzere Fransa’da geçen tüm zamanların en güzel aşk filmlerini gezimizi yâd ederek seyrederdik.

Yine de her şeye rağmen ileride bir gün çocuğumuz olursa, bu büyülü şehri onunla da  birlikte yaşamak isterdik…

Gezmenin her hâli başka güzel…

 

 

 

 

 

6 Aralık 2012 Perşembe

CI (Contemporary İstanbul) 2012 ve Joseph Kosuth


Pınar Aygün
pinary@bilgi.edu.tr

Contemporary İstanbul 22-25 Kasım 2012 tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre Merkezi ve İstanbul Sergi Sarayı’nda gerçekleşti. Perşembe günü yani fuarın ilk günü gezimi yaptım, zamanımızın en önemli kavramsal sanatçılarından Joseph Kosuth söyleşisine katıldım. Önce fuardan genel olarak bahsedeyim.

Fuarın artistik direktörü Stephane Ackermann “ilham verici bir vakit geçirmeniz dileğiyle” diye bitirmiş katalog yazısını. Fuardan ziyade görkemli ve ilham verici bir sanat platformuna dönüşen etkinlik dört günde 28 bin kişi tarafından ziyaret edildi. 16.000 m² gibi çok büyük bir alana yayılan fuara 100 galeri, bir çok müze ve yayınevi katıldı. 600 sanatçının 3.000 eseri sergilendi. Bu yıl özellikle yurt dışından katılan galeri sayısı fazlaydı.

Fuarın sergi alanı oldukça büyümüştü, bu büyümeyle birlikte bölümlere ayrılmıştı. En dikkat çekici bölümlerden biri Yeni Ufuklar: Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri’ydi. Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Litvanya, Ukrayna ve Çek Cumhuriyeti’nden galeriler katılımcıydı. Fuar izleyicisinin daha önce karşılaşmadığı sanatçılarla tanışmasını sağladılar. Favorilerim arasında Vernon Gallery (Çek Cumhuriyeti)’den Jana Farmanová, TSEKH Gallery (Ukrayna)’dan Evgen Petrov ve Ani Molnár Gallery (Macaristan)’den Szilárd Cseke’i sıralayabilirm. Özellikle Jana Farmanová’nın suluboyaları etkileyiciydi. Çağdaş sanat fuarlarında sıkça rastlanan mix media işler arasında biraz soluk almayı sağlıyordu.
Jana Farmanova, Above the Book-2012, suluboya, 80x150 cm


Evgen Petrov, Bird of Happiness, 2012, Tuval üzerine yağlıboya, 100.5x145 cm


Mix medianın güzel örnekleri de vardı. Soda Galeri’de izlenen Malgosia Stepnik’in işleri ışıklandırılmış pano, fosforlu boya ve akrilik gibi çok malzemeli ve çok katmanlı yapıları olan işlerdi. Galeri Zilberman’da Gülin Hayat Topdemir’in işi “Çocuk Oyunu” barok ışığı hatırlatan karanlığıyla ürkütücü, davetkar ve tekinsizdi. Azade Köker’in “Anatomi Dersi” adlı işi perde arkasında bir odada sergileniyordu. Rembrant’ın ünlü Anatomi Dersi tablosu üzerine kırmızı elbiseli hareket eden bir kadın görüntüsü yansıtılmıştı. Kadın bedeni, kadın cinayetleri üzerine keskin ve etkileyici bir söylemdi.

Art From Armenia Galeri 77’nin sanatçılarından Ruben Grigorian’ın bedensiz elbise ve eşyaları resmettiği tabloları üzücü hatıralara birer göndermeydi.

Ozan Oganer’in dev boyutlu heykeli Yoga Master hem cüssesi hem de yeni bir şeyler öğrenirken insanın aldığı komik hali anlatmaktaki ustalığı nedeniyle sevdiğim işlerden oldu.

Fuarın en sakin, en gösterişsiz ama en ustalıklı işleri arasında Galeri Mars’ın Ayça Köseoğulları’na ait desenleri vardı. Kağıt ve kurşun kalemle, müthiş bir sadelikle, resmin özü olan desen meselesine ayrıcalıklı bir duruş sergiliyordu. Çalışırken silgi kullanmayan sanatçının, o kadar grift deseni nasıl bir titizlikle yaptığı sorusu üzerine epey düşündürdü.

Ayça Köseoğulları, Other Island, 2009, Karakalem, 8x11.1/2 inches

Esra Carus’un Daire Sanat’ta sergilenen kağıttan üç boyutlu işleri ilgiyle izlendi.  

Esra Carus, Belle de Jour, 2012, Kağıt, 90x225 cm

Ülker’in çocuklar için ayırdığı alanı çok sevdim. Fuarın minik katılımcıları için de atölyeler ve rehberli fuar gezileri düzenlenmişti. Organizasyonun görevlilerinin özverili çalışmaları sonucu etkinliklere yoğun bir katılım vardı.

Her şeyi tek bir gün içinde görmeye çalışmak epey yorucuydu. Gelecek yıl gezimi daha planlı yapmaya ve fuar için iki gün ayırmaya karar verdim. Böylece daha fazla konuşmaya da katılabilirim.

Kosuth konuşması etkileyiciydi. Anlam üretmek üzerine konuştu. KUAD Galeri’nin katkılarıyla gerçekleşen söyleşi Nazlı Gürlek’in yönelttiği sorular çerçevesinde  gelişti. Sorular oldukça uzun tutulmuştu. Gerçi Kosuth konuşmayı seviyordu ama kavramsallığı üzerine genel sorularla başlamak daha iyi olabilirdi.

Kosuth konuşmasından aklımda kalanlar:

·         Gerçek yaratıcılık hâlâ anlaşılmadı.

·         Bir sanat öğrencisiyken çok soru sordum. Bir sanat eseri nasıl oluşturulur diye. Sormuş olduğum sorularla felsefemi oluşturdum. Sanat eserinin anlamı üzerine düşündüm. Sanatçıların ürüne dönüştürdükleri şeyin anlam olduğunun farkına vardım. Sorduğum sorular yüzünden akademiyle başım belaya girdi. Nasıl ve neden?

·         Sizin yansıttığınız vicdan kamu vicdanı olabiliyor. Siyasi arka planın dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Doğrudan göze görünmeyen bir amaç olmalı.

·         Sanatın en büyük düşmanı piyasa/pazar. Çünkü sanatçının yaptıklarını tekrar adlandırma eğiliminde. Rekabetçi bir sanat tarihi de var. Koleksiyoncuların üzerinde uyguladığı baskılar var. Fikirler tarihinden sapmış oluyoruz. Sanat bir ekonomik sistem meydana getiriyor.

Kosuth’un konuşması ilgiyle izlendi, kalabalıktı. Gelecek yıl da yine yıldız isimler fuarın konuşmalar bölümünde ağırlanacaktır. Kaçırmamak gerek. Artık İstanbul, çağdaş sanat piyasasının önemli aktörlerinden. Bu da sanat izleyicisine daha önce sunulmayan olanakları vaadediyor. IC 2013 daha gösterişli olacaktır.

27 Kasım 2012 Salı

My beautiful book fair: Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı 2012

Ebru Girgin Orhangazili
İzlenim
ebrugirgin@hotmail.com






 

İstanbul’da yaşamanın en büyük avantajlarından biri kültür, sanat etkinliklerine dahil olabileceğinizi bilmektir. Hele Teoman’ın şarkısını anımsatan “İstanbul’da Sonbahar” fonunda etkinlikler daha bir havalıdır: yağmur, sarı yapraklar, kahve, filmler, kitaplar…

Dünyada kitap basma sıralamasında ilk sıralarda yer alan Türkiye, kitap okuma oranında aynı başarıya sahip değil henüz. İstatistik, hem çok bilgi veren hem de hiç vermeyen bir bilim olarak yorumlanabilir. Basılan, yayılan, satılan ve en sonunda okunan kitapların niceliğini ölçer ama nitelik sallanır.

13 Kasım 1982’de Etap Marmara Oteli’nin sadece bir katında birkaç cesaretli yayıncının girişimiyle ilki gerçekleştirilen İstanbul Kitap Fuarı, o sene 320 metre karelik bir alanda 62 bin ziyaretçiyle macerasını başlatmıştı. Kitapların yakıldığı, okunan kitabın gizlemek amacıyla gazeteyle kaplandığı, kimsenin aklına gelmeyecek yerlere saklandığı bir dönemde, her an asker postallarıyla baskına uğrayan, satılacak kitapların bile asker denetiminden geçerek belirlendiği koşullarda gerçekleşen bir ilk fuardan bahsediyoruz.

O günlerden bugünlere çok şey değişti; yapısı ve konumu ile dünyanın en önemli şehirlerinden İstanbul’un merkezinde, Odakule’de yıllarca hizmet veren fuar, 2000 yılından beri yeni mekanı Büyükçekmece Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi’nde. 31. kez yazınsal alanda üretenlerin, takip edenlerin, farklı kültür ve dillerin, düşüncelerin, yazarların, yayıncıların, çevirmenlerin okurlarla bütünleşmesini, yakınlaşmasını ve yeni üretim alanları yaratmasını sağlamaya, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor.

17-25 Kasım tarihleri arasında 600 yayınevinin katıldığı ve 200 etkinliğin gerçekleştiği fuarda onur konuğu ülke Hollanda’ydı. Ana teması 'Çocukluğum Yurdumdur-Çocuk ve Gençlik Edebiyatı’ olan fuarda , hemen hemen her yaştan çocuk ve gencin tanıdığı Gülten Dayıoğlu onur yazarıydı. Teması nedeniyle yeni nesil ebeveynlerin koşa koşa gittiği, renkli etkinliklerin, çocuk edebiyatı hakkında söyleşilerin, bolca yer aldığı bir platformdu bu seneki Uluslararası İstanbul Fuarı.






 
Çocuklar için illüstrasyon alanında okuma etkinlikleri, karikatür ve çizim, origami, yaratıcı okuma ve drama, dedektiflik , masal okuma ve canlandırma atölyeleri, bilgi yarışması, vb. gerçekleştirildi. Salonlarda yapılan söyleşi ve panellerden Nar Yayınları’nın düzenlediği Bestami Yazgan, Hüseyin Emin Öztürk ve Yusuf Dursun’un konuşmacı olarak katıldığı “ Çocuk Edebiyatı: Mesaj mı, İmaj mı? Nitelik mi, Nicelik mi?”, ON8 Yayınlarının düzenlediği Levent Erden ve Aslı Tohumcu’nun konuşmacı olarak katıldığı “#budevirdeedebiyatın@genclerlearasinasil!” konulu söyleşiler ilgi çekiciydi. Bu ikincisinde Bilgi teknolojilerinin etkisiyle çocukların ve gençlerin yazınsal algılayışlarının da değiştiği bir dönemde değerli olanı seçmeye çalışmaktan başka seçeneğimiz olmadığı vurgulandı .

Bir diğer ilgi çekici söyleşiyse –bana göre katıldığım ikinci söyleşinin cevabı gibiydi- Alper Canıgüz, Murat Menteş ve Emrah Serbes’in “Afili Filintalar”ı anlattığı söyleşiydi. Daha söyleşiye yarım saat varken “Interexpo”salonunun önünde toplanan gençler, salonu doldurdu; birçok kişi ayakta bekledi ve yazarlara kimi hayranlıkla, kimi provakasyonla dolu sorular sordu ve tabii ki o bir saat okuyucuya yetmedi. Murat Menteş her zamanki hiperaktifliğiyle soruları karşılamaya çalışırken, Alper Canıgüz’ün Tatlı Rüyalar romanının 21.yy Türk Edebiyatı’nı başlattığını da ileri sürdü. Alper Canıgüz şaşırarak izledi; konuşmayı çok sevmemesine rağmen en çok soruyu Emrah Serbes aldı. En az gerilen Alper Canıgüz’dü. Söyleşi bittiğinde tüm yazarların birden fazla kitabını almış ve anladığım kadarıyla sadece bu söyleşi için iki saat yol çekmiş gençler, imza için yazarları ablukaya aldı. Anlaşılan o ki “Afili Filintalar” eleştirildikleri kadar seviliyor, takip ediliyor.






 
Uluslararası Salon kapsamında onur konuğu olan Hollanda’dan yayınevlerinin katılımıyla Kader Abdollah, Henk Boom, joke Van Leewuen gibi Hollanda edebiyatının önemli isimleri fuarın konuğu oldu, söyleşilere katıldı. Etkinlikler kapsamında Hollandalı İllüstratör Marit Törnqvist çocuklara yönelik atölyeler gerçekleştirdi. İspanya’dan Javier Sierra, Macaristan’dan Tibor F. Toht katılan diğer önemli konuklardı. Uluslararası Salon ve Telif Ajansları Özel bölümüne; Almanya, Azerbaycan, Hindistan, İngiltere vb. 40 ülkeden yayıncının yanı sıra bağımsız edebiyat topluluğu LAF (Literatüre Across Frontiers) bünyesinde 24 ülkeden bağımsız yayıncı, edebiyat topluluğu katıldı. Önemli telif ajansları dört gün boyunca profesyonel anlaşmalar için bir araya geldi.


Mekanın çeşitli yerlerinde karşılaşacağınız sergiler de ilgi çekiciydi; Gülten Dayıoğlu’nun yaşamından fotoğrafların yer aldığı “Bir Yaşamış, Bir Yazmış Gülten Dayıoğlu” sergisi, “Kitap Resimleri” İlüstrasyon sergisi, çocuk ve gençlik kitapları kapaklarından oluşan “Kapaklar Ormanı”sergisi ve daha önce Yapı Kredi Yayınları tarafından da düzenlenen” Red Kit” sergisi. Kalabalıktan ulaşmak ve bulmak zor olsa da yayınevleri standlarını gezmeye başlamadan görebildim sergileri.





 
Gelelim salonlara; aslında her sene olan durum bu yıl da tekrarlandı bazı yayınevlerine, kalabalık nedeniyle ulaşamazken bazılarına, uğranmadı bile. Bir curcuna, bir cümbüş, bir kaos… 2. ve 3. salonlar en kalabalık olanlardı. İletişim Yayınevi ve Yapı Kredi Yayınları en çok okuyucuyu toplamıştı, İletişim’in en çok satanı İhsan Oktay Anar’ın Yedinci Gün romanıydı, Murat Menteş de rağbet görenler arasındaydı; tek kasa olması nedeniyle kavgaların da çıktığı stantta satış yapanlar, her sene böyle olduğunu bilmiyormuşçasına şaşkındı. Aradan girmeye kalkanlar arasında gençten biri, yayıncı olduğunu söyleyip indirim yaptırmaya ve kendisinin çok önemli olduğunu kanıtlamaya çalışırken, ayar tepkisi, sıradaki 60 yaşlarındaki bir beyefendiden geldi: “Sen yayıncıysan ben de okurum, senden daha önemliyim”. Gerçek okur, sırasını kaptırmaz.

Tudem Yayınları, Günışığı Kitaplığı, Boyut, Beyaz Balina Yayınları da ikinci salondaydı, çocuklardan çok anne babalar ziyaret ediyordu. Büyük yayınevleri, alan kiralarının pahalı olmasını bahane ederek en fazla yüzde yirmi indirim yapmıştı. Dışarıda yağmur vardı… Muhafazakar kesimin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Nesil, Nefes, Destek gibi birçok yayınevinde, çocuk kitaplarını, din büyüklerinin anlatıldığı muhtelif kitapları görmek mümkündü; Mevlana hakkında olanlar özellikle Sinan Yağmur’un Aşkın Gözyaşları revaçtaydı, tabii Mesnevi’yi saymazsak. Nil Yayınları’ndan çıkan Fethullah Gülen’in Yenilenme Cehdi adlı son kitabı söylenene göre en çok rağbet gören kitaptı. Ayrıca, klasiklerin paketinin 5 liraya satıldığı, Murakami’nin bolca göze çarptığı, yazarların okurlarını beklediği standlar vardı; hatta yürürken İvana Sert’in Bizimlesin adında bir kitap çıkarttığını iki kadının yayınevine “İvana Sert’in ne zaman geleceğini” sorduğunu duyduğumda öğrendim. Koridorlarda “Bizımlasın” diyen İvana sesi ile dolaştım. Bir ara Füsun Önal gözüme çarptı. Yılmaz Karakoyunlu, Uğur Dündar okurlarıyla buluşacaktı. Ahmet Ümit neredeyse yayınevinin bütün standlarını kaplamıştı, hem sayıca fazla kitabının olması nedeniyle hem de kitaplarının formu nedeniyle. Geçen sene çizgi roman standları daha çoktu sanırım, bu sene gözüme çarpmadı.

Penguen, Uykusuz gibi karikatür standlarının etrafında çocuklar daha fazlaydı. “Küçük vampir” serileri, fantastik seriler çocukların ve gençlerin ilgi odağıydı. Hızlı, hayalperest, fantastik ve görselle süslenmiş olanı seven, öfkeli ve biraz atılgan okurlar yetişiyor. Cumhuriyet Gazetesi Yayınları olan Cumhuriyet Kitapları standında ise “Balbay Özgürlüğü Öğretiyor” konulu söyleşinin ve Tuncay Özkan’ın, Ataol Behramoğlu’nun afişleri dışında, standın tam ortasında, üzerinde “kitaplar zindanlara sığmaz” yazan hapishaneyi simgeleyen zincirlenmiş bir hücre modeli dikkat çekiyordu.


Biletlerin üzerinde yazdığı üzere Kültür ve Sanat TÜYAP İSTANBUL’da buluşmuştu. 22.Uluslararası İstanbul Fuarı (ARTİST 2012) da buluşmanın sanat tarafını temsil etmek üzere yerini almıştı. Sanırım kitap kültürü kazandı, kitap fuarında tüm enerjisini harcayan kentliler ve misafirler sanat kısmına adımlarını dahi atamadılar. Ben de çok istememe rağmen gezemedim sanat fuarını. “Rahmi Aksungur Koleksiyon Heykelleri” sergisi , Grafist “ Uluslararası Tasarım Sergisi”, “Kentsen Dönüş” sergisi gibi etkinliklere açıldı sanat fuarı.


Başındaki “uluslararası” sıfatını ilk kez 2011 yılında resmi olarak kullanan platformun, bu sıfatı hakettiğini, diğer uluslararası kitap fuarları kadar coşkulu olduğunu biliyorum, kabul ediyorum. Yine de fuarla sevgi-nefret ilişkisi yaşadığımı itiraf etmek istiyorum. Her sene tövbe deyip, yine gitmekten vazgeçemediğim fuara “hafta içi okullar, öğrencileri getiriyor, hafta sonu daha nitelikli olur” düşüncesiyle cumartesi gittim, benim için değişen bir şey olmadı; sıkıntıların başında fuarın uzaklığı var, metrobüsün fuara kadar uzatılmış olmasına rağmen aktarmalı yolculuk, bir nebze kolaylaşmıştı. Çıkış daha yoğun olduğu için taksi, otobüs veya metrobüs bulmak zordu, yağmurlu bir gün olması nedeniyle çamur içinde bir o yana, bir bu yana koşturduk kitapseverlerle.

Fuar mekanında yemek yemek, kahve içmek, dinlenmek için mekanlar hem az hem de çok kalabalıktı, uygun fiyata yiyecek satan tek yer salon aralarındaki bir pizzacıydı. Üst katta yer alan, yazarlarla da karşılaşabileceğiniz Sardunya restoran, biraz daha sakin bir mekan olmasını çok pahalı olmasına borçlu. Alternatifin bu kadar az olması, insanları dışardaki nohut pilavcılara ve simitçilere yönlendirmiş. Zaten fiziksel anlamda zayıf gençler ve çocuklar oturacak yer bulamadıkları için yerlerde, merdivenlerde oturarak ne bulurlarsa, onu yiyip içiyorlardı. Yönlendirme işaretleri çok göze çarpmıyordu, tuvaletler yetersizdi. Daha birçok olumsuzluk sayılabilir.

Bu kadar ilgi varken, kitaplarla barışmış bir yeni nesli küstürmemek adına fuarı kent merkezindeki bir kongre merkezine veya Türkçe Olimpiyatları’nın bile yapıldığı Sinan Erdem spor salonuna taşımak gibi çözüm önerileri biraz fazla radikal olabilir ama fuarın süresinin uzatılması, etrafa alternatif dinlenme mekanlarının yapılması, söyleşi sürelerinin yazara veya konuşmacıya göre belirlenmesi gibi düzenlemelerle “orada bir kitap fuarı var uzakta” diyenlerin gelmesine; tövbe diyenlerin sayısının azalmasına yardımcı olursunuz belki, yetkililer, sponsorlar ve niceleri…

Dahası, hazan mevsimi sarıdır, kızıldır, ayrılıktır, hüzündür ama en önemlisi kitaplara, etkinliklere fazlasıyla yaklaştığımız mevsimdir.