13 Aralık 2012 Perşembe

Paris'te Üç Gün


Kimilerine göre Paris “Aşk Şehri”, kimileri göre ise “ Sanat Şehri”... Eğer seyahat tecrübesi olarak GEZ 101 seviyesindeyseniz, Avrupa gibisi yok. Başta Paris olmak üzere Roma, Prag ve Londra tarihi, güvenli, medeni ve düzenli şehirler. Kaybolmak neredeyse imkânsız. Hele çocukla gitmek için biçilmiş kaftanlar. Paris’te ailecek geçirdiğimiz üç harika günün ardından, eşimle “Buraya üniversitedeyken gelecektik, neler yapardık neler!” diye düşünmekten kendimizi alamadık. Neler yapardık neler…

Perşembe gecesi uçaktan inip doğruca otele gidip kızımız uykusunu alsın da yarın rahat gezsin diye düşünmek yerine valizleri otele attığımız gibi Champs Elysées caddesine yakın seçtiğimiz otelimizden kendimizi ufacık, daracık Fransız kafelerinden birine atardık. Fransızlar küçük yerleri çok seviyorlar. Fransa’da her yer çok dar ve küçük. Kafeler, caddeler, masalar, evler… Biz de hemen ortama ayak uydurup romantik bir Paris gecesinde küçücük masamıza, salyangoz şeklindeki bu şehrin haritasını yayıp tatlı tatlı sohbet ederdik.

 
Cuma sabahı kızımız kruvasan sevmediği için otelin en alt katındaki mutfakta kahvaltı edeceğimize Seine Nehri kenarında bir kafeye gider veya St. Germain Kilisesi’nin yakınındaki meşhur “Cafe de Fleur”de croissante yiyip, kahve içerdik. Üstelik oldukça da hesaplı olurdu. Ardından “Lüksemburg Bahçeleri”nde çocuğun üşümesini dert etmeden uzun bir yürüyüş yapardık. Bahçelerin içindeki müzeye girer, oradan Victor Hugo, Alexandre Dumas ve Jean-Jacques Rousseau gibi birçok ünlünün gömüldüğü Anıt Mezar Pantheon’a giderdik. Acıktığımız halde Pantheon Müzesi’ne girip uzun uzun gezerdik.

Müze çıkışı Eyfel Kulesi’ne doğru yürürdük. Paris’te eski şehir kısmındaki önemli eserlerin hepsi birbirine yakın mesafede bulunuyor. Şehir de dümdüz olduğu için yürümek oldukça kolay. Üstelik İstanbul’daki zevksiz Fransız balkonlarının aksine Paris’te Fransız balkonlu apartmanların arasında yürümek de büyük bir zevk…Eyfel Kulesi’ne geldiğimizde, şehrin muhtelif yerlerinde görebileceğiniz, Seine Nehri’nin iki yakasına da karşılıklı olarak kurulmuş “carousel”de vakit geçirmektense önce kulenin çevresini keşfedip sonra tepesine çıkardık. Ardından Seine Nehri’ndeki tekne turuna katılıp arkamızda oturan genç çift gibi bir yandan şehrin ışıklarına bir yandan nehir üzerindeki birbirinden farklı köprülere hayran hayran bakardık.
 
 
 
Dönüşte Champs Elysées’nin sonundaki “Arc de Triomphe” anıtına çıkan caddelerden birindeki Fransız restoranlarında akşam yemeği olarak soğan çorbasını, Fransız salyangoz yemeğini deneyelim deyip masaya gelince de kahkaha içinde yemeye çalışırdık. Sonra bildik bir tatlının, Cremé Bruleé’nin tadına bakardık. Sonra ZAZ’ın “Je veux” şarkısını söylemeye çalışarak Champs Elysées’deki Moulin Rouge tarzı gösterilerden birine bilet bulmaya çalışırdık.



Cumartesi sabahı kahvaltıda Champs Elysées’deki Disney Shop’ta iki saat gezip Rapunzel elbisesi ve saçı almak yerine hızlıca cadde üstünde herhangi bir kafede tatlı “crepe”lerden yiyip Louvre Müzesi’ne doğru yürürdük. Louvre Müzesi’nde de çok yürüyeceğiz çocuğu yormayalım diye düşünmeyip yolumuzun üstündeki Grand Palais’te bulunan “Bohemes” adlı sergiye, Sultanahmet’teki Dikilitaş’ın bir benzeri olan Concorde adlı taşın önünde ve arkasında bulunan “Place de Madeleine” ve Bakanlık binalarına uzaktan bakmaz, onları yakından incelerdik. Louvre Müzesi’nin önündeki Londra’daki “London Eye” olarak bilinen dönme dolaba da iki kez binmezdik.  


 
Louvre Müzesi, Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosu ile özdeşleşmiş olsa da İtalyan Rönesansı ve Fransız tarihini yansıtan bölümlerin dışında Mısır, İslam medeniyetleri gibi birçok tarihi eseri de bünyesinde bulunduruyor. Böyle muhteşem bir müzeye gelmişken, müzenin lezzetli yiyecekleri olmayan kafesine gitmez, müzenin diğer bölümlerinden gezebildiğimiz kadar gezerdik. Duyduğumuz kadarıyla bu müzede her bir eserin önünde bir dakika geçirirsen müzeyi gezmek tam bir ay sürüyormuş. Zamanımız olsa biz, elektronik cihazlarla ve rehberlerle müzede bir ay gezerdik.


 
Öğleden sonra ise çok karmaşık gözükse de kaybolursak macera olur deyip Fransız metrosunu denemeye karar verirdik. Bir önceki akşamın etkisiyle Sacré-Coeur Kilisesi’nin bulunduğu bölgeye, “Ressamlar Tepesi” olarak bilinen Montmarte’a giderdik. Orada şehre tepeden bakardık. Sacré-Coeur Kilisesi’ni gezdikten sonra 1870-1900 yılları arasında tüm sanat akımlarının ortaya çıktığı mekânı doyasıya solurduk. Montmarte Müzesi’ni, Picasso Müzesi’ni ve Jim Morrison, Ahmet Kaya gibi birçok ünlünün mezarının bulunduğu Pere Lachaise Mezarlığı’nı gezerdik. Oradaki sokak ressamlarına kızımızın değil ikimizin bir resmini çizdirir ve Montmarte’daki kafelerde hamburger ve patates yerine peynirli, mantarlı “crepe”lerden yerdik. Üstelik oradaki hediyelik eşya dükkânlarından kızımıza eldiven, ressam şapkası, Eyfel anahtarlığı ve Paris boyama kitabı yerine güzel bir tablo alabilirdik.    


Pazar sabahı ise Notre Dame de Paris müziği eşliğinde Victor Hugo’nun ünlü “Notre Dame’nin Kamburu” romanındaki Esmeralda ile kamburun hikâyesini dilimizde tüy bitene kadar kızımıza anlatmak yerine Esmeralda ve sevgilisi gibi Notre Dame Kilisesi’nin etrafında gezerdik. Bu sırada çevredeki genç nüfusu fark edip Sorbonne Üniversitesi’ne yakın olduğumuzu fark ederdik. Erasmus’la Paris’e gelme veya bu şehirde yüksek lisans yapma hayâlleri kurup nehrin diğer yakasındaki Sorbonne Üniversitesi’ne doğru yol alırdık. Yanımızdan geçen gençlere bakar, kendimizle karşılaştırırdık. Sonra otele gidip valizimizi almadan son bir kez daha bir Fransız kafesine oturup o güzel peynirlerden yer, kahvelerinden içerdik. Nedense İstanbul’u ve çayı hiç özlemez, bu şehirden ayrılmayı hiç istemezdik.
 
 

Metroyla Charles de Gaulle Havalimanı’na giderken haritada gidemediğimiz yerleri işaretler, Musee D’orsay’ı ve Opera Binası’nı gelecek sefere ilk gidilecek yerler olarak belirlerdik. İstanbul’a döner dönmez ise “Midnight in Paris” başta olmak üzere Fransa’da geçen tüm zamanların en güzel aşk filmlerini gezimizi yâd ederek seyrederdik.

Yine de her şeye rağmen ileride bir gün çocuğumuz olursa, bu büyülü şehri onunla da  birlikte yaşamak isterdik…

Gezmenin her hâli başka güzel…

 

 

 

 

 

6 Aralık 2012 Perşembe

CI (Contemporary İstanbul) 2012 ve Joseph Kosuth


Pınar Aygün
pinary@bilgi.edu.tr

Contemporary İstanbul 22-25 Kasım 2012 tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre Merkezi ve İstanbul Sergi Sarayı’nda gerçekleşti. Perşembe günü yani fuarın ilk günü gezimi yaptım, zamanımızın en önemli kavramsal sanatçılarından Joseph Kosuth söyleşisine katıldım. Önce fuardan genel olarak bahsedeyim.

Fuarın artistik direktörü Stephane Ackermann “ilham verici bir vakit geçirmeniz dileğiyle” diye bitirmiş katalog yazısını. Fuardan ziyade görkemli ve ilham verici bir sanat platformuna dönüşen etkinlik dört günde 28 bin kişi tarafından ziyaret edildi. 16.000 m² gibi çok büyük bir alana yayılan fuara 100 galeri, bir çok müze ve yayınevi katıldı. 600 sanatçının 3.000 eseri sergilendi. Bu yıl özellikle yurt dışından katılan galeri sayısı fazlaydı.

Fuarın sergi alanı oldukça büyümüştü, bu büyümeyle birlikte bölümlere ayrılmıştı. En dikkat çekici bölümlerden biri Yeni Ufuklar: Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri’ydi. Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Litvanya, Ukrayna ve Çek Cumhuriyeti’nden galeriler katılımcıydı. Fuar izleyicisinin daha önce karşılaşmadığı sanatçılarla tanışmasını sağladılar. Favorilerim arasında Vernon Gallery (Çek Cumhuriyeti)’den Jana Farmanová, TSEKH Gallery (Ukrayna)’dan Evgen Petrov ve Ani Molnár Gallery (Macaristan)’den Szilárd Cseke’i sıralayabilirm. Özellikle Jana Farmanová’nın suluboyaları etkileyiciydi. Çağdaş sanat fuarlarında sıkça rastlanan mix media işler arasında biraz soluk almayı sağlıyordu.
Jana Farmanova, Above the Book-2012, suluboya, 80x150 cm


Evgen Petrov, Bird of Happiness, 2012, Tuval üzerine yağlıboya, 100.5x145 cm


Mix medianın güzel örnekleri de vardı. Soda Galeri’de izlenen Malgosia Stepnik’in işleri ışıklandırılmış pano, fosforlu boya ve akrilik gibi çok malzemeli ve çok katmanlı yapıları olan işlerdi. Galeri Zilberman’da Gülin Hayat Topdemir’in işi “Çocuk Oyunu” barok ışığı hatırlatan karanlığıyla ürkütücü, davetkar ve tekinsizdi. Azade Köker’in “Anatomi Dersi” adlı işi perde arkasında bir odada sergileniyordu. Rembrant’ın ünlü Anatomi Dersi tablosu üzerine kırmızı elbiseli hareket eden bir kadın görüntüsü yansıtılmıştı. Kadın bedeni, kadın cinayetleri üzerine keskin ve etkileyici bir söylemdi.

Art From Armenia Galeri 77’nin sanatçılarından Ruben Grigorian’ın bedensiz elbise ve eşyaları resmettiği tabloları üzücü hatıralara birer göndermeydi.

Ozan Oganer’in dev boyutlu heykeli Yoga Master hem cüssesi hem de yeni bir şeyler öğrenirken insanın aldığı komik hali anlatmaktaki ustalığı nedeniyle sevdiğim işlerden oldu.

Fuarın en sakin, en gösterişsiz ama en ustalıklı işleri arasında Galeri Mars’ın Ayça Köseoğulları’na ait desenleri vardı. Kağıt ve kurşun kalemle, müthiş bir sadelikle, resmin özü olan desen meselesine ayrıcalıklı bir duruş sergiliyordu. Çalışırken silgi kullanmayan sanatçının, o kadar grift deseni nasıl bir titizlikle yaptığı sorusu üzerine epey düşündürdü.

Ayça Köseoğulları, Other Island, 2009, Karakalem, 8x11.1/2 inches

Esra Carus’un Daire Sanat’ta sergilenen kağıttan üç boyutlu işleri ilgiyle izlendi.  

Esra Carus, Belle de Jour, 2012, Kağıt, 90x225 cm

Ülker’in çocuklar için ayırdığı alanı çok sevdim. Fuarın minik katılımcıları için de atölyeler ve rehberli fuar gezileri düzenlenmişti. Organizasyonun görevlilerinin özverili çalışmaları sonucu etkinliklere yoğun bir katılım vardı.

Her şeyi tek bir gün içinde görmeye çalışmak epey yorucuydu. Gelecek yıl gezimi daha planlı yapmaya ve fuar için iki gün ayırmaya karar verdim. Böylece daha fazla konuşmaya da katılabilirim.

Kosuth konuşması etkileyiciydi. Anlam üretmek üzerine konuştu. KUAD Galeri’nin katkılarıyla gerçekleşen söyleşi Nazlı Gürlek’in yönelttiği sorular çerçevesinde  gelişti. Sorular oldukça uzun tutulmuştu. Gerçi Kosuth konuşmayı seviyordu ama kavramsallığı üzerine genel sorularla başlamak daha iyi olabilirdi.

Kosuth konuşmasından aklımda kalanlar:

·         Gerçek yaratıcılık hâlâ anlaşılmadı.

·         Bir sanat öğrencisiyken çok soru sordum. Bir sanat eseri nasıl oluşturulur diye. Sormuş olduğum sorularla felsefemi oluşturdum. Sanat eserinin anlamı üzerine düşündüm. Sanatçıların ürüne dönüştürdükleri şeyin anlam olduğunun farkına vardım. Sorduğum sorular yüzünden akademiyle başım belaya girdi. Nasıl ve neden?

·         Sizin yansıttığınız vicdan kamu vicdanı olabiliyor. Siyasi arka planın dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Doğrudan göze görünmeyen bir amaç olmalı.

·         Sanatın en büyük düşmanı piyasa/pazar. Çünkü sanatçının yaptıklarını tekrar adlandırma eğiliminde. Rekabetçi bir sanat tarihi de var. Koleksiyoncuların üzerinde uyguladığı baskılar var. Fikirler tarihinden sapmış oluyoruz. Sanat bir ekonomik sistem meydana getiriyor.

Kosuth’un konuşması ilgiyle izlendi, kalabalıktı. Gelecek yıl da yine yıldız isimler fuarın konuşmalar bölümünde ağırlanacaktır. Kaçırmamak gerek. Artık İstanbul, çağdaş sanat piyasasının önemli aktörlerinden. Bu da sanat izleyicisine daha önce sunulmayan olanakları vaadediyor. IC 2013 daha gösterişli olacaktır.